ANILARIM BOMBOŞ - etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ANILARIM BOMBOŞ - etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17.01.2019

Olmayan Sevgiliye Mektup


Mutluluğunda gözüm yok.
Ama sana karşı bencilim hala. 
Düşlerimizi yaşıyorsun, benden uzakta. 
Sadece bilirsin ya hani, 
Saçının teline dahi değer verirdim. 
Şaşırır mana veremezdin,
Benimle gülerdi yüzün.
Ciğerlerime çekemediğim kokun ezberim. 
Adın sol gögüsümde geçmek bilmeyen bir yara.
Ne zormuş böyle,
Tüm yollarım sanayken seni bulamamak.
Seni görememe ihtimali bile beni korkuturken, Nasıl unutmak zorunda kaldım bilemezsin.
Ne zormuş, 
Kalem olup seni sadece kağıda anlatabilmek.
Ne zormuş be,
Kadere sitem bütün şarkılarda seni görmek.
Efsane olalım mahalle bizi konuşsun diye sevmedim seni.
Sessiz bir çocuğun gözleriydi benimki. 
Tek yapabildiğim, sana zarar gelmesin diye el açmak. 
Sen ise  zor olanı kendine amaç ettin.
İnanmazsın hala korkuyor yüreğim.
Kıyamazdım ben sana, 
Gözlerim dolar severdim.
Kusursuz severdim. 
Çokta güzel severdim.
Kimse benzemedi sana.
Çok yolumu kaybettim.
İşittin ama hiç gelmedin.
Neden hep yoksun?
Yaşlandık bak.
Gel dediğinde gelemedim.
Gel dediğimde gelmedin.
Aramızdaki görünmez duvar nasıl yıkılır bilemedim.
Dönülmez yollardayız belki de.
Cahilliğimizin hatasını başka hayatlarla ödedik.
Mutluluğunda bir bedeli varmış. 
Derin yaralar, sonsuza kadar bizimle kalacak.


Anılarım Bomboş yayınından.

2.07.2017

Paramparça - 3,5


Bizdeki ilişki kavramı okulların açılmasıyla birlikte sevip de kavuşamayanlara dönüştü. Çocuk haliyle sürekli ilgi bekliyor ve zaten muhabbet edeceğiz diye gecemizi gündüzümüze katıyoruz. Onun durumu okuldu iş hayatıydı derken hepten yorucu. Birde üzerine bana sürekli vakit ayırmaya çalışması yüzünden haliyle bilgisayar başında uyuklayarak sabahlar oldu. 
 Mevsimi kışa getirdik, yarıyıl tatili fırsatı çıktı karşımıza ben buluşmayalım diye hala atla kara bir seçiyorum. 

“Ehehe bu gidişle bilgisayar başında yaşlanacağız dimi.”

“Hahha, alemsin ya daha neler…”

 Trajikomik aslında. Odadan çıkıp da “ya anne baba ben manita yaptım. Gece gündüz de onunla görüşüyorum” diyemiyorum. Madem öyle düşündüm taşındım, vakit kazanmak için olaya son noktayı koydum. “Abim yakında askere gidecek ya hiç riske girmeyelim simdi, o zaman rahat rahat dolaşırız” dedim.. Heyecanlandı bu tabii, anında plan proje içersine girdi. Sabırla dört ayın geçmesini bekledi.

O arada artık soğuktan geberiyorum odada! Yaz boyu güneş görmeyen odadan kışın böyle bir torpil beklenilmez tabii. “Burası ne kadarda soğukmuş” diyenlere karşı, rahatsız edilmemek için inatla “yooo çok iyi sana öyle geliyor” demelerimde eklenince çaresiz kaldım iyice. Ellerim morardı tuşlara dokunamaz hale geldim. Baya vücudum takırdıyor benim ya, birde ani hareketle zayıflıktan kemiklerimin birbirine çarpması yok mu canımdan can kopuyor sanki. En kötüsü de Atom’un kamera açma isteği ve benim güzel görünme çabam! Babaanne kazağıyla oturduğum halde, güzel görünmek için bildiğin soyunuyorum! Aslında odadan hiç çıkmadığım için rahatlıkla en az üç gün aynı pijamayla yaşayabilirim de.

“Merhaba aşkım bugün nasılsın?” Iıııııııı donuyorum çaktırma. Üstümdeki askılı tişörtle muhteşemimmm zaten. “Sen o halinle üşümüyor musun?” diye soruyor ardından. Aaaa olur mu canım burası sıcacık terliyorum ondan. Yarım bi beynim vardı oda buzlandı. İlla güzellik arayışındayım düşünemiyorum ötesini. Hiç aklıma gelmezdi, sevecekse beni her halimle sevsin demek. Üstelik dış görünüşe bakıp kalacak biri de değil ama... Zaten kimden ne gizliyorsam, aynı okul aynı mahalle geldik kaç yaşına giy cuvalı otur işte. Olur mu? Güzel görmesi lazım!  Sonrasında da kamerayı artık kapatsak mı diye adamın gözünün içine bakar gibi ekrandaki görüntüsüne bakıp duruyorum oda sanıyor aşktan. Birde sayıklıyor “sen az üşüyor gibisin ama neyse” diye. Sormasana oğlum ne yapıyorsak aşkımızdan işte! Bu erkekler de olmasa saçlarımıza bile dokunmayız daa. Vururuz kilonun dibine dibine uçuşsun pireler götünde! Yinede aşk için yar için komple vücuda ağda yapar, gene de gık demeyiz biz.

“Bitanem sana bir şey soracağım bana dürüst davranıyorsun değil mi?”

“Evet” (yalan)

“Yani benden hiçbir şey saklamıyorsun”

“Tabii ki”

“O çocukla gerçekten öpüştüğün doğru mu?” Hayda! Durmuş, durmuş neyi tutmuş içinde. Bu iş direk inkar edilmeli. Alt tarafı okulda buna inat çıktıgım birinden gelen o anlık öpücüktü yani… tek farkı bütün sınıf gördü! Hemende yetiştirmisler. 

 Arada bir böyle sorguya çekip, her zamanki gibi uykuya daldı mı rahatlıyorum. İrkilip tekrar konuşma çabası içersine girse de. Onu öyle kameradan izlemeye doyamayıp  ekran görüntüsünü alıyorum. Bir yandan da için el vermiyor kıyamıyorum, arayıp yerine yatmasını söylüyorum. Tamam, o zaman ben yatayım ama kamera açık kalsın diyor bu kez de. Onun aklı uyumaktan çok bende olduğundan zorla kapattırıyorum bilgisayarı. Durur mu tabii teknoloji konuşuyor, telefondan aşk mesajları gelirken sinirleniyorum bazen. Aaa yeter ama ya! Uyumak istiyorum, yat hadi. Sonunda bütün gece ona sarılır gibi koynumda telefonla uyuyup kalıyorum.

 Sevmek güzel. Mutluyuz ama her seferinde uzaktan sevmek zorunda kalmasam daha bir başka olacaktı.. Tam kavuştuk ohh be diyeceğim yerde, acı çekiyorum. Tarihte adı geçen aşklar gibi beklediğim yetmiyor, birde bekletiyorum. Bok var yani! Soruyor bazen “beni neden seviyorsun?” diye. Ulan ben biliyor muyum sanki nedenini, oturup liste çıkartacak olsam gene işin içinden çıkamam. Yazmakla da anlatılmaz zaten. Hangi şair aşkı tam olarak anlatabilmiş ki zaten şiirlerinde. Eksik ya da tam seveceksin mecbursun çünkü aşk böyle emrediyor. Gözün gördüğü engeli yürek kabul etmiyor.

  Seviyorum desem, “bir gün sevmeyeceksin” diye de ekliyor. Hayatın nereden çelme takacağı belli olmasada bu sözü mantığıma sığdıramıyorum. Kalp bu kaç kişiyi sığdırabilir ki bir bedene?
Unutursun diyor ama unutmanın anlamını bilmiyor. Unutmak aynı zamanda bir yerlerde iz bırakmak demektir. O yükü bir kenara bırakıp, vazgeçmek demektir. Hem öyle sevmek için, sevişmek dokunmak şart değil ki. Anlatamıyorum, ulaşamadıkça değeri artıyor, daha bi seviyorum.

 Geleceği düşünmek için çok erkendi, düşünmemekse büyük bir kayıp gibi. Ama her ilişkinin başlama amacı olmalı çünkü amaçsız aşk yaşanmıyor. Sonra bi bakmışsın onun adı aşk değil, vakit geçirmek olmuş. Her insan bu yüzden gerçek aşkı arar ya işte, ararken de vakit geçirir ve vakit geçirmek bence sadece mutsuzluğu getirir.

 Bende birlikte vakit geçirdiğimiz o anlarda aslında hiçte mutlu olmadığımı fark ettim. İş bu raddeye vardıysa ben bitmişim demektir. Ben onu uzaktan sevmeye alışığım ama sanmıyorum ki onunda benimle zaman kaybetmek isteyecegini. Çok daha fazlasıydı söyleyemedim...
 Ve biz yıllarca çifte kumrular gibi görüşüp, sonradan ayrılığa düşecek insanlar değildik. Ama ayrılıktan varlığa geçmeye çalışan aşıklar olmayı çok denedik. .

***
 Biraz vicdan azabı, biraz da özlem sürekli kabuslar görmeme tek neden. Ağlıyorum, böyle olsun istemiyordum. Beni niye bıraktın demesine rağmen ısrarla, sevdiğimi söylüyorum. Ulaşmaya çalışsam da, hayatım avuçlarımın içinden kayıp gidiyor ve ben debelenerek uyanıyorum.

 Mavi devamlı mesaj atıyor “Atom seni soruyor” diye. Artık ona bile bir şey söyleyecek yüzüm kalmadı. Görüşmüyorum, ne bileyim ne dersen de diyorum. Sonra soruyorum iyimiydi diye. Görmeden pekiyi olduğuna emin değilim aslında. Hayat bu bir zamanlar sen onu kovalıyordun, şimdi o seni. Demek ki böyle olması gerekiyor bazen diyerek ekliyor Mavi. Evet, belli düşünceler altında eziliyoruz ama hayatın bize ne sunacağını hiç bilmiyoruz. Sonu bilmeden de kararlar almaya devam ediyoruz....

***

Uzun düz bir yolda ağır adımlarla ilerlerken, karşıdan bana doğru gelen Atom’u fark ettim. Geri adımlarla kaçmaya başlayarak, ne yapacağımı bilemez halde şaşkınlıkla karşıma çıkan ilk kapının arkasına saklandım. Bana doğru aynı tempoda yaklaşarak kapıya doğru eğildi ve elini uzattı. Neden oraya saklandın? Yeniden panikle uyandığımda kursa geç kaldığımı fark ettim! Alelacele giyinerek sokağa kendimi attım ve dolmuş olmadığı için bitmek bilmez mahalle yolunda acele adımlarla koşarken gördüğüm rüyanın etkisiyle sürekli etrafıma bakmaya devam ettim.

 O kadar çok özledim ki aslında gelse gerçekten çıksa karşıma kolumdan tutup sürüklese bile giderim. Ama artık gerçek olmayacak kadar imkânsız, hayalden bile uzaktı benim için. Ne kadar da çırpınsam sanki beynim artık onu istemiyor. Yüzüm yok belki, hep ne derim korkusu da içimde bir yerlerde.

 Günün ilerleyen saatlerinde ne rüya, nede Atom kaldı aklımda. Sadece dalgındım biraz ve ağır bir şekilde yürüyordum. Böyle durumlarda nedense hep gökyüzüne bakarım. Gökyüzüne baktığımda sanki dünya yok gibi gelir. Farklı bir hayat vardır yukarda ve ben yerde değil orada yürüyor muşum gibi hissederim. Huzur bulurum sadece gülümserim. 
Neyle karşılaşacağımdan habersiz bulutların üstünde bir süre süzülerek ilerlerim. Yoldan bi aracın geçmesi, en ufak bir çıtırtı bu sihri bozar dünyaya pat diye düşerim halbuki. Ve ben yine düştüm dünyamdan, Tam gördüğüm gibi işte, daha bu sabahtı uzun bir yol ve önüne bakarak ilerleyen Atom’u gördüğüm o an. Tamamen bilinçsiz şekilde yolun kenarından gerisin geriye koşmaya başladım. Beni fark etti, kafasını yerden kaldırarak bana baktı bense yalnızca koşmaya devam ediyordum. Derken duvarı olmayan bir bahçedeki çalıların arkasına sakladım.
Uzun zaman sonra onu ilk kez görüyordum ve çok zayıflamıştı. Bense her şeyden sonra kilo almaya başlamıştım. Çalılıkların oraya doğru yaklaştı ve eğilip ağaçların arkasındaki beni görmeye çalıştı. Biraz kenara çekildim, bu kez diğer taftan bakmaya çalıştı. Hiçbir şey demedi, ne sordu, ne merak etti. Durdu dikildi baktı ve gitti.İnsanlar haklı, severken ayrılmak hiç bu kadar kolay olmamalı. Göz görmeyince gönül katlanır derler ya, görmedikçe katlandım. Karşıma çıktıkça da yaralandım.

***

Aylar sonra bir akşamüstü merakıma yenilip, farklı kimlikten adresini ekledim. Şimdiki gibi Facebook olacaktı var ya hiç aklım kalmazdı ama Msn öğle değil tabii, görüşmek istemediğin birini silersin sorarsa da adres değiştirmiştim ya da giremiyorum diyerek sallayıp işine devam edersin. Aklın takılınca da böyle Zeynep bile olabilirsin. Birde karşı taraf Zeynep olduysa işte o zaman vay haline. Bütün foyan ortaya çıkar işte. İlk kez olduğu gibi yine o anda ulaşabildim ona. Her nasıl olduysa anladı benim olduğumu saniyesinde ileti gönderdi. Beni niye bıraktın? Ben buna nasıl cevap verebilirim ki diye düşünürken o art ardına sıraladı. “Şimdi niye ekliyorsun?” “Ne yapmaya çalışıyorsun?” “Ben sana ne yaptım?” “Konuşsana!”

“Bilmiyorum” diyebildim.

“O okulu bırakman hataydı Tılsım! Sen okulla birlikte beni de kaybettin. Hayatını mahvettin görmüyor musun? O bilgisayar karşısında yaşlanıp çürüyeceksin!”

“Sana o kadar da söyledim bir gün beni sevmeyeceksin diye.”

“Sevmediğimi kim söyledi” dedim bu kez.

“Güldürme beni, utanmadan birde sevdiğini mi söylemeyeceksin?”

“Hayır.”

 Fotoğraf yollayarak bak dedi. “Bu benim yeğenim sen beni bıraktığın zamanlarda ablam hamile bile değildi! Düşün aradan ne kadar çok zaman geçmiş!”

 Bana karşı ne hissetmiş olabilirdi, bu hale nasıl geldi, beni gerçekten sevebilmiş miydi? Diye düşünmek aklıma hiçbir zaman gelmedi ama bütün öfkesini bir anda üzerime kustuktan sonra aslında hiç umurumda değildin, değilsin de tavrını kolaylıkla takındı. Sonrasında üniversite için İstanbul’a gideceğim sonunda benden kurtuluyorsun diye konuşunca bu kez inanmadım çünkü daha önce tıpkı bunun gibi bi oyun oynamıştı bana.

“Babam İstanbul’a dönmeye karar verdi, birkaç ay sonra gidiyoruz” diyince oturup baya hüngür, hüngür ağlamıştım. Ağladığımı görünce de bin pişman olmuş şaka yaptığını söylemişti.
O zaman inanmıştım doğru olabilirdi, çünkü annesi ölmüştü ve babası artık yalnızdı. Ve ben şerefsiz! Ağlayan ben değilmişim gibi, onu en zor günlerinde yalnız bıraktım. Oluruna bırakmak belki de çok daha iyi olacakken sessizce veda etmeyi seçtim! 

 Sonra inanmadım da ne oldu! İstanbul’a değil, Eskişehir’e gitti! Esas ondan sonra her şey içime dokunmaya başladı zaten.

***

Telefonla artık internette girilebiliyor dedim, şanıma yaraşır en son model bi telefon aldırdım. Ondada abim hemen bilgisayarı sattı, parasını cukkaladı. Atom'da sonunda facebook kervanına katılınca, benden has avrat mı bulacak diyerekten azcık ucundan eklemiş bulundum. Onu kontrol edeceğim derken de, abime küfredip telefona kontör yetiştiremez oldum.

Eskişehir’e gitmesi canımı çok yaksa da düşünce kızamıyordum da. Okuyacak tabii! Tühh benim suratıma! Bi liseyi bile bitiremedim bak ya. Valla okumadım diye beğenmezde şimdi beni. Üniversite hayatı falan, kızlar kesin aklına girerler diye kendimi yedim bitirdim sonra.

  O zamanlarda da face’den takip edeyim çocuğu, durum bildirisi yapsın falan yok, sahi ne zaman çıkmıştı bu olay bilmiyorum ama bana inat yapar gibi tık kelime yazmıyordu. Konum bildirisi olmasa da, hissediyordum geldigini.  Aynı havayı soludugumuz anda kokusunu alıyordum sanki..
Mahalleye sabah ve akşam olmak üzere çalışacak tek bir dolmuş getirmişler. Artık meraktan mıdır nedir, kim derdi Atom’un da aralarına girip oturacağını. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezde hele ki öyle bir zamanda. İlk kez işe girdim ve dönüşte dolmuşun camının önünde mahalleden bir arkadasimin bana bakıp gülümsediğini görünce. Aynı sekilde gülümsedim. Ancak  eliyle bir şeyler işaret ediyordu sanki, gözlügüm olmadıgından anlayamamış olsam da  aynı sekilde el sallarak anlamış gibi yaptım. Yaklaştıkça görüntü netleşti tabii, dolmuşunu kapısını açmamla kapatmam bir oldu o anda. Bir anda karşımda kör gözüme nispet, onunla göz göze gelince nefesim gerçekten durdu, ne yapacağımı bilemedim. Etraftakiler bana bakarken dönüp gitmek mantıklı değil ama saniyesinde gözümden dökülen şıpır şıpır gözyaşlarıyla devam etmek en büyük yanlış olabilirdi. Ne yapmam gerektiğini bile düşünmeye kalmadan, koşarak ana yola çıktım rasgele bir dolmuşa atladım gittim. O kadar çok şey birikmiş ki içimde otururken dahi öylece gözlerimden yaşlar kendi kendine boşalmaya devam etti. Herkes yüzüme bakıyor sanki ama ben kimseye dönüp bakamıyorum. Sayıklıyorum sadece, özledim, özledim, özledim…

Arkadaşı mesaj atmış çok ayıp ettin sen diye, sonunda hep kendimi suçlu hissetmiş oluyordum işte. Birkaç gün sonrada “niye kaçtın?” diye Atom’dan mesaj geldi. Anlıktı işte bilmiyorum dedim. saydı sayıştırdı sonra, niye böylesin de, saçmalıyorsun da, beni çok gözünde büyütüyorsun falan filan. Sonra sakinleşince biraz konuştuk. Üç gün boyunca da etrafıma baka baka yürüdüm yollarda. Bu kez gerçekten karşıma çıkmasını o kadar çok istiyordum ki ama derler ya beklenilenler hep vazgeçtikten sonra gelir.

Birkaç gün sonra ögrendim, gitmiş. Tekrar arayıp 15 gün sonra geleceğini söyledi. Tamam diyerek dolmuşa bindim, kimse yok nasılsa diyerekten kendi resmimi çekmeye koyulmuştum ki mesaj geldi. “Dolmuşa geliyorum sakın kaçma!” Ahahaha komik adama bak sen. Nee! Dolmuşa mı dedi? Jeton yeni düştü. Hemen sağ sola bakıp, Ayna kontrole geçtim. Saçlar tamam zaten saçtan başka bir bokta yok ki bende! Kaş, yüz, göz, burun, kulak taraması yaparken beş dakika da değiştirecek değilim ya, aynayı elime almamla koymam bir oldu, pat diye gelip yanıma oturdu. Vay uyanık seni, cidden kaçmayım diye yakınındayken mesaj atmış! Sonra dibime oturdu, sonra baya, baya dibime oturdu. Sıkıştım kaldım. Tek kelime de etmiyor var gücüyle yaslandı üzerime. Ne yapmaya çalışıyor anlamadım, saçlar sakallar uzayıp birbirine girmiş zaten baktıkça da içim kopuyor. Bende onun gibi tek kelime etmedim. Üzerime yaslanmış halde nasılsın dedi. Öyle bi, ciğerime oturmuş ki valla zorla “iii” diyebildim. Hiç iyi değilim,
kızamıyorum da in tepemden diye. Aksine utanmasam bin bin diyeceğim. Vay feleğin çemberine sokun beni, bu hale beni bu çocuk mu getirdi? Öyle de bakıyor ki tut kopart etlerimi çiğ çiğ ye beni der gibi. O an hiç bitmesin diye düşünürken, ineceğim yere de geldim. Aslında ömrümüzün sonuna kadar o koltukta birlikte yaşayabilirdik. Ben varım onunla valla bir ömür oturmaya. Ya da dolmuş kaza yapsın, içinde sadece biz ikimiz ölelim. Tüm dünya duysun aşkımızı! Bu aşk şehirler arası dolmuşta bitmemeliydi, gidecek daha çok yerimiz olmalıydı. Düşünmekten de doyamadım bu aşka, gözünün içine boş boş bakmaya fırsatım olmadı. İlk defa temas ettik, ondada sarılmayı bile akıl edemedik!

 Ertesi gün mutlu mesut yeni düş ve umutlarla işe gittim. Oda Eskişehir’e! Bir insan bir şehri hiç görmeden nefret edebilir mi? Sanki hiç dönmeyecekmiş gibi o gittikçe ben nefret ettim işte. 

***
Gelir gelmez hemen iş aramaya başladı. Dur soluklan biraz derken bir hafta sonra kafenin birinde işe başlayacağını söyledi. Ay nasıl gurur duydum var ya! Hem okuyup hem çalışıyor canım benim. Gerçi çalışmasında ne yapsın, babası da evlendi!
Kendimden de utandım tabii sonra. Ufaldım karınca gibi oldum, ezildim resmen lavabonun deliğinden şutlandım. Daha elim ekmek bile tutmuyor. Sinirlendim pat diye istende ayrıldım. Kaldım yine evde. Yarın öbür gün davul bile dengi dengine derse, ya okurum ya da gider okulu satın alırım herhalde diye düsunmeye basladım. Biliyorum kaldıramam ben bu lafları anca oturur, baba parası yerim ben böyleydim işte, düşünmeden de edemiyorum.

 Sağ olsun işe başlar başlamaz sana ne alayım diye sordu, sormasıyla bile dünyayı önüme serdi. istemeyince bir kaç hafta sonra rahat rahat konuşup mesajlaşalım diye yeni bir hat almaya kalkınca bana hemen koşa koşa gidip kendim aldım. Her gün saatlerce konuşmaya başladık. Hatta öyle bir saldık ki kendimizi, artık ne konuştuğumuzu da unutup saçma sapan nedenlere tartışır olduk.

 Neyse ki sabah akşam derken, birde bunun gecesi var oda eklenince yine horlama sesleri yükseldi. Yeniden duydum ya, nasıl şükrettim!

Kapatıyorum artık uyusun diye. Beş on dakika sonra kendine gelip arayarak “ya canım telefonu yüzüne kapatmışım herhalde” diyince başlıyorum gülmeye. Adam farkında bile değil ki uyuduğunun bir de soruyor en son nerede kalmıştık diye. Bir yerde kaldığımız yok ama o telefonun açık olması bile bizi birbirimize bağlamaya yetiyor du sanki…

Gece muhabbetimiz iyi olunca abim kendi kendime konuştuğumu sanıp delirdiğimi düşünmüş. Annemi de alarak durumumu bildirmiş, sonrasında malum artık kapının önüne dizilip beni dinlemeye başlamışlar. Bizim kadın durumu anlamaz mı, pat diye içeri girdi. O anda telefonun üstüne oturdum. “Sen kiminle konuşuyorsun?” diyince, söylediklerine anlam veremez gibi şaşkın görünmeye çalışarak, hiç kimseyle dedim. İyide sesin geliyordu. Sen iyi olduğuna emin misin?

“Size öyle gelmiş olmalı, bu saatte gecenin bir yarısı ala ala kiminle konuşabilirim ki?”

Ne söyleyecektim, kızınız samanlığı nasıl seyran edebilirim acaba diye planlar yapıyor ama üzülmeyin niyeti ciddi mi? Haliyle gizleme gereği duyuyor insan. Aslında hepside biliyor du sevdiğimi, kendisi lafta abimin arkadaşı ya, duyar duymaz yetiştirmişler. Çok umurumdaydı hıhh, aşık oldum diye suç işledim sanki, oldu birde bunun için dayak yiyeyim bari. Bir defa böyle olunca ikincide kafama yastık basarak konuşmayı denedim. Uyuyor numarası yaparım nasılsa diyerekten, bu plan iki kez işledi üçüncü de yakalandım. İnternet olsa böyle mi olurdu ya neyse… Uyanık anam aldı elimden telefonu baktı, yok bir şey. Kapatmıştım ama kadın uyanık işte sıcaklığından çözdü işi! Gerçekten çok konuşuyormuşuz ya o zaman anladım kulağım gibi telefonda ateş gibiydi. Tamam, itiraf ediyorum diye sırıtarak söyledim. “Atomla ....”

“Bu saatte mi? ne konuşuyorsunuz?” diyerek dinleme pozisyonuna geçti. Ana yüreği işte dayanamadı.

“O değil de sen çıksana dışarı. Uyuyacağım ben” diyerek aldım telefonu elinden. Yalandan da olsa vurdum kafayı yattım. Ardından yeni taktikler aramaya başladım tabii, böyle durumlarda çalışmayan zekâm bir anda çalışıyor işte. Pike ve yastık olmak üzere iki suç aletini de yanıma alarak gar dolabın içini işgal ettim. İşte fazla eşya sevmeyen kızın gözünü seveyim, hemen pikeyi sererek yattım dibine. Kucağıma da yastığı alarak sesi engellemiş oldum Kötü yanı o dolaptan çıktığımda soluksuz bir sevişmeden çıkmış gibi oluyor.

***

İnsan sevdiğini tarif etmekte ne kadar çok zorlanır, her gözüne gözüken sanki başkadır. Başkalarının itici bulduğu ne varsa hoş görür. Dünyanın en çirkini bile olsa mutlaka kusursuzdur. Seneler geçmesine rağmen görünürde hiç bir şey yok. Elini tutamadım dokunamadım sıcaklığını hissedemedim ama ne olursa olsun sevmeme engel olamadı. Gözlerinin içine bakabiliyorum, onunda gözlerinde kendimi görebiliyorum. Bir şeyler eksikte bile olsa ruhumu ona taşımama yetiyor aslında.

Ruhunla sevmek diye bir şey varmış işte, tüm kalbinizle, zihninizle hatta tüm hücrelerinizle seversiniz ama dokunamazsınız. Hatta dokunma ihtiyacı duymazsınız bile. 

Bazen ben, bazen o ama konu ne yapıp edip evlenmeye geldiğinde, alttan almak yerine birbirimize dayılanmayı tercih ediyoruz. Buda benim çok öfkelenmeme denen olsa da belli etmemeye çalışıyorum. Her şakanın altında bir gerçek vardır derler ya “evlenirsen beni sakın çağırma hatta düğününü sakın buralarda yapma. Yoksa gelir seni orada vururum” diyerek gülüyorum. Oda “Olur çağırmam, seninle evleneceksem yani” diye dalga geçince, bende akan sular duruyor. Hatta benimle evlenir misin demiş gibi kabuğumdan fırlayıp uçuyorum. Hadi yaaaa, diyorum. Bu kez de o yanlış algılıyor!
 Ya bende zaten buralarda yaşamayı düşünmüyorum artık. Ne demek bu şimdi? Yaşamayı düşünmüyorum falan, yaşama istersen de ben ne olacağım diye düşünerek sinirleniyorum. Neden diye soruyorum. Eskişehir güzel yer. Alıştım da, yerleşirim ben artık oraya diyor.

Antalya ne? Bok mu? Bu böyle söyledi ya nasıl daraldım, sanki her an kalkıp gidecek. Resmen bensiz bana karşı hesap çıkartıyor. Ben istemiyorum ki gitmesini bile ne demek yerleşmek. Gerçekten düşüncesiz bu erkekler! “İyi sen bilirsin” desem de, sen sev oraları benim olmadığım her yeri sevmeye de devam et demek istiyorum.

Tıpkı bir zamanlar onun bana sorduğum gibi “canım biz ne zaman buluşacağız” dedim. Buluşuruz cadım benim şimdi ben çalışıyorum diyince hak verdim tabii. Peki, ne zaman diyince, o kolayda abin sorun çıkartıyor dedi. Abim mi? Ne alaka bu şimdi? Kafam karıştı anlam veremedim düdük oldum resmen. Gerizekalı mısın oğlum, sen ne yapacaksın abimi? Desem diyemiyorum da, “nasıl yani?” diye sordum. Ya gel git sıkıştırıyor, ne bileyim sen sorun yaşama diye diyorum diyince, He öyle, önemli değil ya. Son zamanlarda biz senin muhabbetini bile yapıyoruz onunla. Merak etme hem her abi yapar öyle dedim.

“İyide illa bir sorun çıkarır o biliyorum.”

Valla iyi tanımış ama sana ne! Sorun çıkartırsa bana çıkartır. Bahane işte. Sen her haltı ye, adamda gelsin sana aynısını yapsın, Tılsım bravo. Eminde olamadım ki, şakaya vurayım bari ne yapayım diyerekten, “abimden korkuyorsan belirteyim, dayak yemeye hevesli birini de bulabilirim” dedim. Erkeklik damarı kabardı tabii, düşünemedim bunu. Ne korkacakmışım diye sayıp sayıştırdı! Abimden de korkacaksa zaten harcadığım zamana yazık. Agresifleştikçe hali bana baya bi komik geldi güldüm, sonunda tamam dedim şakaydı. Bir bakımdan da ciddiyim ama bu kadar büyütmenin anlamı yok ki. En sonunda “Ya abin benim arkadaşım sonuçta, zor tabii kız kardeşiyle olduğumu duyunca hesap soracak ben ne diyeceğim ayıp olacak bir şekilde” diyince, tepemin tası hepten attı. Delirdim artık. Kız kardeşi olduğumu vaktinde düşünemedi, yeni mi aklına geldi! “Konuşmayacaktın o zaman benimle!” dememle, içinde ne varsa döktü ve beni resmen uçurumdan aşağıya yuvarladı.

“Sen hep böylesin zaten farklısın! Niye normal değilsin ki? Ne olurdu sanki bir kere normal olsan herkes gibi yaşasan. Benim tanıdığım Tılsım bu değildi! Sen çok değiştin ve sakın bana değişmedim deme değiştin çünkü. Bıktım artık bu durumdan anlıyor musun?” diye saydıkça resmen bana kinliymiş dedim. belli etmemiş bunca zaman. Bütün taşıdığım umutların hepsi bir anda uçtu gitti ve Paramparça hayallerimle kaldım resmen ortada.

“Ne demek istiyorsun? Seni seviyorum hala anlamıyorsun” dedim.

“Ya tamam bırak ya! Senin gerçek dünyayla alakan bile yok artık. Ben artık bilemiyorum…”

“İyi düşün o zaman bu böyle bitemez.”

Onu düşünmesi için aramadım. Sabırla bekledim sakinleşir elbet arar beni diye bekledim. Üçüncü gün oldu aramadı, beklemeye devam ettim. Gece uyuyamadım, dayanamayıp bana bunu yapma diye, mesaj attım. “Unut beni, ben unutacağım. Bitsin artık bu durum. Birbirimizi hiç tanımamış olalım. Üzülme lütfen, ben üzülmeyeceğim ve elveda” yazmış, şoka girdim. Gerçekten hiç beklemediğim bir şeydi. Gerçekten ciddi olduğunu hissettim ama bi anda bunu söyleyebilmesi o kadar saçma geldi ki. Okurken içimden kocaman parçalar koparak toprağın altına yerleşti sanki. Beni resmen parça parça öldürüyordu. Tek kelime söylemeye mecal bırakmadan diri diri kesip attı bedenimi! Yaşarken ölmek böyle bir şeydi demek. Uyuştuğumu hissediyordum, öyle acı vererek ölüme gönderiyordu ki artık yaşamama imkan yok gibiydi. 
İntikam mıydı?!...

“Elveda demen o kadar anlamsız ki, tıpkı yaptığımız kavgalar gibi. Üzülür müyüm hiç birbirimizin olmadık ki. Merak etme ben unuturum seni, tıpkı imkansız aşk gibi” diye yazarak son sözümü söyledim. Ölür gibi can çekişir gibi avazım çıktığı kadar bağırıp tepinmek yıkmak
istiyordum ortalığı. Ağlamaya başladım, sadece ağladım günlerce ağladım. Ağlamaktan gözlerimi hissedemez oldum, sövdüm saydım. Ben her şeye hazırken! Bu kadar severken diye ağladım. İçimdeki tüm kötülüklere tüm kopukluklara rağmen, en ufak karşılık beklemeden bir bebeğin gözleriyle bakmıştım ben ona. Sonunu bilmeden sadece sevdim ben…

Koltuğa oturuyorum ağlıyorum, yatağıma gidiyorum ağlıyorum, bahçede geziyorum ne yaparsam yapayım ağlıyorum işte durduramıyorum kendimi. İçim daralıyor uyumak istiyorum uyandığımda hiç böyle bir şey yaşanmamış hatta ben onu hiç tanımamış olmak istiyorum. Ne yaşamayı nede ölmeyi becerebiliyorum. Bir erkek için kendimi kahretmeye değer mi diyorum. Ona bile cevap bulamıyorum kendimde. Benim için yalnızca bir erkek değildi ki erkekten de öte bir şeydi. Tarifi bile yok işte… Tüm bunlar aklıma geldikçe daha çok ağlamaya başlıyorum. Onunla büyüdüm, onunla ölebileceğimi düşünüyorken şimdi ben kiminle öleceğim diye ağlıyorum.

Kendime bakıyorum ağlamaktan saçlarım yüzüme yapışmış. Öyle ki çok acınası bir haldeyim fakat bunun bilincinde bile değilim. Tek bildiğim bugün Ramazanın üçüncü günü! Ne kadar tuhaf onu ilk gördüğümde de Ramazanın üçüncü günüydü. O zamanlar onu düşünmeye başlıyorken şimdi ise unutmaya çalışıyorum. Gerçekten bu durumu kendime yediremeyen ben, günlerce ağladım, gece gündüz ağladım.

 Saat gecenin 3'ü aynada bir süre kendime baktıktan sonra, her şey gözüme o kadar çirkin gözüktü ki, tuttuğum yerden kesmeye başladım saçlarımı. Hiç acımadan parçalar halinde, klozete atıp bir pislik gibi üstüne sifonu çektim. Bitene kadar kesmeye, gözümü bile kırpmandan olabildiğince kısa daha kısa dipten kesmeye devam ettim. Kestikçe bütün sıkıntımda uçup gidiyordu sanki. Her hamlede her avuçladığım saçta “En az benim kadar sev, birlikte ol ama asla kavuşama” sözleri ağzımdan saçlarımla beraber döküldü gitti. Yıllarca her sabah “ne olur ona bir şey olmasın” diye gözümü dualarla açan ben, bu kez istemeden, ne söylediğimi ne yapmaya çalıştığımı bilmeden bitirdim...

  Gün yeniden doğmak üzereyken, annemin yanına gidip bembeyaz yatağın içine kıvrıldım. Yalnızca uyumak istiyordum, çünkü artık ağlamıyordum.

Not: bunu buraya eklerken bile burnum sızladı be!. Ne diyeyim bari sen mutlu ol, belli ki ben beceremiyorum o işi. 
Birde paldır küldür evlendim diye ne dediysen haklıydın, ama sen de evleneceğim birisiyle diye tutturmasaydın iyi di deee, neyse zaten bana kalsan hayallerindeki Polisligi bile kazanamazdın, hadi yine iyisin... 

Öncesi'

24.05.2017

Beklediğim Hayat 3

“Bu işi yapacaksan gittiğin her yerde manikürcüyüm de, hayatına bundan sonra böyle devam etmeni öneririm. Üstelik evleneceğin adam bi bayan kuaförü.”
 Aziz abinin söyledikleri aklımdaydı, düşünmeme bile gerek yoktu aslında. Çok haklıydı ve neye karar verdiğimi söylemeliydim. 
Aslında kuaförde neden olduğumu bile bilmiyordum. Bu işi severek yapamıyordum. Yaptıklarımı da hep küçümsüyordum sanki. Bunu kim olsa yapar diyerek geçiştiriyordum. Sonraları gördüm ki, bazı kadınlar kaşlarını bile alamıyordu. Demek ki o kadar da yeteneksiz biri sayılmazdım da... Ortaokuldan beri kendime manikür bile yaptığımı düşününce, olması gereken de buydu galiba. Kuaför olmak için doğmamış olabilirim ama sonuçta onlar benim oyuncağımdı.

  Sade ve sadece manikürcü olmak istediğimi söyler söylemez, Aziz dükkana genç ve bakımlı bir adam getirdi. Neden getirdiğini söylememişti ama sadece arkadaşı olduğunu biliyordum. Yarım saat boyunca sürdürdükleri muhabbetin ardından beni dışarıya yanlarına çağırdı ve benden o adama önlerindeki masada duran pensle manikür yapmamı istedi. Malzeme olarak ne su nede başka bir şey olduğundan şaşırdım, pensi alıp adama doğru yöneldiğimde tamam diyerek güldüler. Adam pensi almamla tutmam arasındaki estetiğe bakmış sadece. Bu işi gerçekten yapıp yapamamam konusunda net bir şey söylemek için bu bile yeterliymiş. Şaşkın ördek gibi bakıp kalmıştım. Sadece üç gün dedi, üç günde profesyonel bir manikürist olmak ister misin? Benim için kulağa gerçekten iğrenç ve mantık dışı geliyor ama neden olmasın. Bunun için üç günlüğüne Sorgun’da kaliteli otellerden birinde ders verecekti. Büyük ihtimalle Kavgacı gitmeme izin verecekti ama ona sormadan çekip gitmek istemedim. Bu durumu haber vermek için ayağa kalktığımda cadı patron gidemeyeceğimi söyledi ve  bu yüzden Aziz ile saatlerce tartıştı Adam adresi verip gitti ama ben o işe gitmedim! Neden gitmedim diye hala öyle kızıyorum ki kendime. Öyle bi kadının sözünü tabii ki dinlemedim ama Aziz abiyi o şekilde görünce konu uzasın istemedim. Ayrıca döndüğümde yeni bir iş yerinde yeni bi başlangıç yapmam gerekecekti.
   Yeni bir işe başlamanın verdiği gerginlik o kadar iğrenç ki, yıllarca da istemeye istemeye bu duyguyu defalarca yaşamak zorunda kaldım. Başkasının işinde çalışmaktan gerçekten nefret ediyordum!

 Kadının derdi neydi bilmiyorum fakat tek bildiğim bu kadın da pisliğin tekiydi. Çok zengin bir sevgilisi varmış, sanırım başkasıyla da evliydi. kaliteden ödün vermez, dört dörtlük giyinir, ince uzun taş gibi bir hatundu.  Altında son model arabası, otelin birinde de müdürdü. Bu dükkanı da keyif için açmış, tamamen gösteriş yani! Üstelik başkasının üstüne açmak gibi bir hata yapmış. O adam da bunu dolandırıp kaçmış. Buda Aziz’in çalıştığı yerden çıkmasına fırsat bilip onu oraya bir şekilde getirtmiş.
 Sevgilisiyle olan planlarını gerçekleştirebilmek için büyü yaptırdığını duydum. Müşteri olarak gelen bir kadına saatlerce fal baktırıyordu. Bir gün kadın yine gelmiş ben kahve yapmak için yukarı çıktığımda o oturmuş salonda patronu bekliyordu. Bir süre sonra sıkılıp ağda odasına çıktık uğraşırken bir bir Kavgacı’yı bana kendi isteğiyle anlattı durdu. Ortada bir kahve filan yoktu, güneşlenir gibi uzanmış öylece bana bakıyordu. Bilmediğim bir şey söylemedi belki ama “kızım o çocuğun ardında koca bi umman var pislikle dolu, onu oradan uzak tutamazsan sende boğulursun” demişti. 
 Arkası yok, kimsesi yok, ailesi bile yok bunun. Fakat evleneceksiniz, kendi birikiminizle de bir yerlere geleceksiniz, epey bir zaman sonra.... Ta ki o güne kadar sen çok çekeceksin, ömründen ömür gidecek.  Aşırı sinirli bu çocuğun gücüne de inanma." En sonun da "ne varsa sende var, istiyorsan sıkı tut kullandırtma bu adamı kimseye" diyince uyandım. 

Güç herkesin sevdiği bir şeydi ama emrindeyse…

 Ben bu düşünceyle yana durayım. Tüm bu olanlara rağmen Aziz’in uğraşları bitmedi. Bir gün yıkama setinde uyuya kalmış Eşek ve Uzun’un suratını karalayıp o anı saniyesi saniyesine kayıt edip Facebook atarken bahsetti. Aşırı derecede titiz, orta yaşlarda avukat bi bayanı maniküre ikna etmiş. 
Ne yaptın? ne yaptın? Vallahi tırstım suratım düştü. gelmesin diye dualar ettim. 

 Neden elinden hiç ıslak mendil düşmeyen, suratı mahkeme duvarı gibi olan bu kadını bana bulaştırma gereği duymuştu ki! Zor bela işimi bitirir bitirmez merdivenin yanındaki boya dolabının önüne sinerek oturdum . Mıymıy kız çocukları gibi karşımda oturdu durdu zaten, onunla da yetinmedi yaptığım işe iyice gözlerini dikti. Sayesinde nefesim daraldı. Laf söz edecekse de benden uzakta etmeliydi, ancak tek kelime etmeden çıkıp gidince duvarın arkasından eğilerek Aziz’e doğru baktım.

“Kız senden bu kadarını beklemezdim kızzz! Bak bakalım bu ney?”

“Para…”

“Ne demek öyle, para… Sevin sene manyak. Kadın seni beğendi işte, hem de bu kadın! Daha ne olsun. Yarın yine gelecek.”
"Deme, bundan daha kötü ne olabilir di ki!"

  Yüzüme saf saf bakıp, sen bilirsin dercesine randevu defterini alıp yarın için üç tane kaş yazıyorum sana istediğin saatte ne dersin diye sordu.
  Aziz her zaman bi kadını gösteren en önemli unsur kaş derdi. Bi kadının kaşı çok önemlidir, en ufak bir hata güzelliğinin önüne geçer. Ne eksik ne fazla olsun yeter ki doğal dursun. Söylediği bu mantıkla ilerleyen kuaförlerin epeyce bi başarılı olduklarına çok kez şahit olmuşluğum vardı aslında.

 Oda onlardan biriydi işte, çok kişiye faydası dokunmuş ancak çok kişiden de zarar görmüş, haksızlığa tahammül edemeyen gerçek bi eğiticiydi Aziz. Onunla çalışmaya başlayalı henüz bir ay olmak üzereyken, patronun dolandırıldım peş kuruş param yok diyerek kimseye ödeme yapmamış olmasına ve buna rağmen herkesten gizli olarak sevgilisi ile Brezilya’ya tatile gittiğini falcı kadından öğrenilince olanlar oldu.  Tatilden döndüğü anda söylediği her yalana karşılık karşısına dikilerek son noktayı koydu.

“Bu çocukların hakkını sana yedirtmem Hanımefendi! Kimse senin kölen değil anlıyor musun?”

“Sana hesap verecek değilim be!”

“Sen sürtüksün! Burada herkese hesap vermek zorundasın sen! Dua et kadınsın, bu yüzden elimde kalmayacaksın ama bi şekilde hesaplaşacağız! Toplanın çabuk gidiyoruz!”

Kadın avaz siktir git o zaman ulan, ödemiyorum paranızı filan diye bağırırken üçümüz bir yandan hemen eşyaları toplamaya başladık. Sonunda dükkan içerisinde neredeyse malzeme dahi kalmamıştı, çoğunluğu meğer Aziz’e aitmiş. Hiçbir ücret almaksızın bu kadar emek verdiği halde nasılda dayanmıştı bu kadına hayret etmiştim. Üstelik çevrede birçok kuaför salonları onun kazancını biz kaldıramayız diye düşünüp iş teklifinde bulunmaya bile korkarlarken! 
 En son çantamı kaptığım gibi sinirle dükkandan çıkan üçlünün peşine takıldığımı hatırlıyorum da, bir süre ilerledikten sonra kuaför toptancısına girdik. Aziz söylene söylene oturup zor sakinleşti, bizde yanında tek kelime etmeden dikildik.

“Gençler inanın kısa bir süre sonra dükkânımı açacağım. Her şeye rağmen yanımda olduğunuzu biliyorum ama vakit kaybederseniz üzülürüm. Uzun sen eski mekâna git oğlum, delinin burnu yeterince sürtmüştür bi süre orda rahat edersin. Eşek sende sağda solda takılmaya devam et. Bende şu işlerimi bi halledeyim. Tılsım sen? Seni de işinden ettim kusura bakma…”

“Aman abi senin olmadığın yerde tövbe, o kadın beni çiğ çiğ yerdi... Hem bahane oldu, bitirmem gereken bir iş vardı...”

 Kavgacı ile ilişkimizin ciddi olduğunu öğrenen ailesi, Kavgacı'yı benden ayıra bilmek için türlü mücadelelere girmişti.  Çalıştığı yerde kıdemli olduğu için dükkanla ilişkisini bir anda koparamayan Kavgacı'ya bir süredir oradan ayrılması için baskı yapıyordum. Ancak her geçen gün bu iş uzadıkça uzamış ve oranın Müdürü bizi ayırma konusunda son kozunu da oynamıştı. 

  Bir gün bizi bir yere davet etti. Kabul etmemiş olsam da Kavgacı yolumuzun üstü olduğunu belirterek geçerken uğrayabiliriz diye ısrar etti. Gidip oturduk, beş dakika da kalkacaktık ve ne olur ne olmaz diye Kavgacı'nın kolunu sımsıkı tuttum. Zaten zil zurna sarhoş olan Kel içmeye devam ederek bizimle dost olmak istediğini, ilişkimize karışmayacağını sırf ailesi istemiyor diye desteklememek zorunda kaldığını gibi şeyler söyledi. ikide birde durup durup Tılsım bundan sonra benim bacım diye sayıklıyordu. Hiç samimi bulmadım belli ki yeni bir oyun vardı işin içinde ve söylediği her cümlenin sonunda çaktırmadan sakın inanma anlamında kolunu sıkıyordum Kavgacı'nın. O nokta da kendine gelip tamam abi diyerek geçiştiriyordu. Kalkmak üzereyken inanmazsan Kavgacı, Tılsım da bizimle çalışabilir bile demişti. Bu durumda Kavgacı inandırıcı bulduğunu, bizden ne çıkarı olabilir ki diye sordu.
  "Anlamıyor musun? Bu adam seninle olmadan önce zorla beni yanına çağırıyordu. Gelip çalışsın diye birilerini yolluyordu arkamdan. Bu durumdan hiç hoşlanmadım, sonra seninle gördü beni suratı değişti. Sana söylediklerini ayna yansımasından gördüm. Kafasını sallayarak sapıkca bir imada bulundu. Sende asla abii ben onunla evleneceğim dedin. Ondan sonra senin telefonundan ayrılalım bitti bu ilişki diye mesaj atmalar. Senden hiç şüphe ettim mi, o mesajı senin atmadığını o an anlamıştım. Yetmedi iş çıkışı seni beklediğimi görünce yanıma gelip sırf o mesaja "hazır telefon elindeyken oku, bunu da oku o*ruspu çocuğu" diye cevap attığım için dövmekle tehdit etti," diye konuştum. Kavgacı yine de durumu algılayamıyordu ancak o dükkanda ki işine artık son vermeliydi.

  Evet, bitirmem gereken bir iş vardı. Artık hayatımıza engel olmak isteyenlerden kurtulmalıydık. Aziz abinin en yakın zamanda yeniden buluşma temennisiyle dört bir yana dağıldık. Bense Kavgacı'nın bulunduğu kuaför salonunda işe başlamak üzere ara sokaktan çıkıp ilerlemeye başladım.


Öncesi


-Anılarım Bomboş yayınından^^

Beklediğim Hayat 2

Yeni başladıgım işe erkenden gelip bahçede ki sallanan koltuğa oturduğum gibi uyuyup kalmışım. Eşek’in  anırırcasına esnemesini duyunca o an  kendime geldim.  Beni orada yanlız görünce “Kavgacı nerede?” diye sordu.
“İş yerine gitti.”
“Aziz abi nerde?”
“Sana sormak lazım, ne bileyim tanımadığım adamın nerede olduğunu?”
“Hee gelir o zaman birazdan, azcık daha uyuya bilirim” der demez yanıma kıvrıldı. Kavgacı bununla selamlaşmamı dahi yasaklamıştı. Şimdi geldi aynı yerde işe soktu.Ondan sonra, Eşek iltifat etti, Eşek küfretti, Eşek el kol hareketi yaptı, eşek sana dokundu diye gözünün gördüğü, duyduğu her şeyden bi açıklama bekler! birde yan yana uyuduğumuzu görseydi....

 Bir kaç gün sonra Eşek birinden sağlam bi dayak yemiş. Gururuna mı dokundu ne olduysa işi bırakmak istiyordu. Bunun üzerine annesi yaka paça toplayıp, onu ikna edebilmesi için Aziz’in yanına getirdi. Ağzı yüzü şişmiş gerçekten tanınmaz haldeydi, üzüldüm ama onunla artık gerçekten muhabbet kurup kurmama konusunda emin olamasam da, "sen olmadan burada duramam, dükkan yeni müşteri yok zaten, bu adamında müşterileri fellik fellik her yerde bunu arıyor, bulduklarında malum yoğunluk oluyor, akşam saatleri desen bi hayli karışık, hem benim saçlarımı kim havaya dikip dalga geçecek, söz bundan sonra kızmayacağım sana" diyerek ikna çabalarına girdim.  Bi havaya girdi sanki, kafasını öbür tarafa çevirdi. Anladım çokta tın, Hadi len oradan, defol git nereye gideceksen seninle mi uğraşacağım denyo! Diye tersledim bu sefer tabii. Bi tekme atmadığım kalmıştı ama sonraki 3 gün hasret kalmış gibi Facebook da edepsiz eleman Eşek’in videolarını izleyip durduk. Hepsi de Aziz’in yapıtlarıydı, bahçe demirlerine bantlayıp yalvartmalar, mutfak camından sallandırmalar, yalvarıp kız gibi ciyaklamasına Eşek sıpası diye katıla katıla gülüp eğleniyorduk çıktı geldi, geldi de ne oldu sanki…
 Aziz o sıcaklarda patronun çirkefliklerine göğüs gererken o Facebook sayfasında gördüğü yarı çıplak kadın fotoğraflarını beğenmiş, asıl olan fotoğrafların bulunduğu paylaşım sayfaları gaylere ait çıkınca, durumu gören müşteriler Aziz’i arayarak durumu merakla sormuşlar.
"Ulan edepsiz eleman! Eşek sıpası gel lan buraya!"
Üst kata kadar kovaladığı Eşek’i 3 saat boyunca zorlu bi işkenceye tabi tutmuştu. Olaylar kendi aralarında geliştiğinden ben o süre içerisinde kapıda oturup onun çığlıklarına çıkan mahalleliyi önemli bi durum olmadığına ikna etmeye çalışarak geçirdim.

“İnanın içeride çığlık atan kadın değil!”

“Olur mu canım kadın sesi bu?!”

“Çocuk o çocuk, şuan arka camdan sallandırılıyor olabilir. Alışık o böyle şeylere içiniz rahat olsun…”

 Ayıp ya ayıp, vallahi ayıp diyen giriyor artık içeri. Sonunda da eşek içmiş gibi sallanır halde belini karnını ve başını ovuşturur halde atıyor kendini koltuğa. Aslında ciddi anlamda gerçek bi dayak yemediği için geliyordu bence bunlar hep başına. Güldükçe şımaran, şımardıkça da güldüren, daha fazla güldükçe de, yüz bulan ve insanın tepesine çıkan biriydi.

Aziz önündeki laptop kapağını yavaşça kapatarak tekerlekli olan karizmatik sandalyesiyle birlikte bana doğru döndü. Sağ kolunun dirseğini masaya dayayarak dinleme durumuna geçti ve sordu. Ne düşünüyorsun gene?
  Aziz’e Aziz dememin herhangi bir sebebi yok, bu isim ona daha çok yakışabilirdi belki de. Onu sevip sevmeme konusunda hiç emin olmadım da ama o gerçekten farklı biriydi. Sanki ne iyi nede kötü, saçı sakalı normalden biraz uzun, senfonik rock dinler değişik sembolleri kendinde kolye ve bileklik olarak kullanırdı. Okurken kulağa bi ergen gibi gelebilir ama görünürde kâhin gibi. Hatta enerji gücüyle aynayı patlattığını, bi takım eşyaları oynattığını söyleyenler olmuştu ama ben bu konu üzerinde hiç durmadım.  O insanlardan ders almayan, ders veren biriydi. Her an ne tür bir harekette bulunacağını tahmin etmekse neredeyse imkansız. Eşcinsel değildi ama bazen, kadınların yanında yani. O zaman gülünç olabiliyor, gülünce de kızıyor…

Gündüzleri poğaça ve meyve suyu getirir, hem de bolca. Sıkılınca da bol naneli omlet yapar, yanına kattıklarını saymıyorum bile çünkü anladığım kadarıyla biz yeni yetme gençleri doyurmayı çok seviyor. Kendisi de nerdeyse benim kadar yiyor, düşüne düşüne zorla yani. Geriye kalan ne varsa da, çöp öğütücüsü gibi Eşek tüketiyor bir tane bile kırıntı bırakmadan! Bu arada ben işe başladıktan bir hafta sonra Uzun’da aramıza katıldı, başta böyle bir niyeti yoktu tabii ama deli patronla kapışınca soluğu Aziz’in yanında almak istemiş. Bizi görünce de gaza geldi, halk kahramanı gibi ayağa kalkıp “dönmüyorum ulan!” diyerek isyan başlattı. Deli patron ise kendisi gelip duruma müdahale edemediğinden, onu tutup getirmeleri için çok kez birilerini yolladı.
 Son çare balayından dönen müdürü Uzun'u ikna etmesi için göndermiş, oturup bi çayımızı içerek “gelme oğlum gelme, sürünsün pezevenk” dedi. Sabah müşterileri hep Uzunca ait olunca yokluğuna yandı deli. Bizim içinse çok iyi oldu bu durum. O geldigi yüzüm gercekten gülüyordu artık. Her zaman bi pozitif bir enerjisi vardı. Söz konusu kahvaltı olunca ikimiz bir olup üç lokmada yenen poğaçaları Eşek’in elinden kurtarmaya çalışıyorduk. Oysa çok defa hızını kesmeden, “yiyin lan sizde yiyin, enayi misiniz? Niye yemiyorsunuz?” diye ağzı dolu halde söylenirdi. Aziz ise çoktan masadan kalkmış kasaya oturmuş olurdu, söylediklerini duyuyordu tabii ve sessizce başını sallayıp manasızca gülümsüyordu. İyi niyetinin ödülüydü galiba, enayi yerine konulmak! Dahası tekrar acıktığımızda hipermarketin yolunu tutar, o gün yapmak istediği yemeğin malzemelerini alırdı. Önce bi sessizlik oluşur, ne yapacağını önceden kestiremezsin, farklı ve pratik  aynı zamanda lezzetli!

Bazen de tarifi verip beni mutfakta yalnız bırakırdı. Yemek pişer ve ben rezil olacağımı düşünerek tabakları hazırlardım. Ve sonunda bingo! Kötü bile olsa felaket taktir ediyor yav… Aslında kısmen yemek yapabiliyordum, temizlik konusunda zaten uzmanım. Ama onun tozu nasıl alınması gerektiğini anlatışını bile can kulağıyla dinlemiştim. Gerçekten bileni dinlemek benim için büyük bir zevk. Bilmeden ahkam keseni neyse boş verin.

“Evet, seni dinliyorum Tılsım…”

“Biz galiba Kavgacı ile yüzük takmaya karar verdik” der demez iki kaşını yukarı kaldırdı ve emin misin dercesine baktı. Bu konuda yorum yapmayacağım ama merak ediyorum. Ailen ne diyor bu duruma?

“İnanılmaz ama babam Kavgacı’yı sevdi!”

“He şu mesele, aile içi yani? Bende bi an kendi aranızda takacaksınız diye endişelenmiştim.”

“Aslında tam olarak öyle de değil” dedim gülümsemeye çalışarak. “Bende onu düşünüyordum işte, sorunda orada sanırım…”

  Anneme onun hakkında bildiklerimin yarısını, o ise duyduklarının yarısını babama anlatmıştı. Anlayacağınız, babam Kavgacı’yı damıtılmış haliyle tanıdı.

Tam olarak ne olduğunu Aziz’e anlatmadım. Söylemek istediğim; bunu ne şekilde babama sunabileceğimizdi. Adam ailesi olmadan kabullenebilecek mi bakalım?

“Kavgacı ile bu konuya bir anda nasıl vardınız bilmiyorum ama evlilik kolay değil. Hiç kolay değil hem de...” diye içlenircesine konuştu Aziz. Merak ediyordum evlilik yalnızlıktan daha mı zordu, ama sormadım. Dahası sözlerine cevap bile vermedim, oysa konuyu kapatmaya karar verdi. Yine de yineledi, sonunda Kavgacı’nın bir takım bağımlılıkları olduğunu söylemeye çalıştı. Aradan çok zaman geçti sayılır ama her şeyden önce aranızda geçenleri ben bilemem tabii, bu yüzden de pek söyleyecek bir şey bulamıyorum bu konuda. Hayırlısı olsun… dedi.

“ Ne olmak istiyorsun peki?”

Uzun zamandır ilk defa böyle bir soruyla karşılaşıyordum ama sanırım ne demek istediğini de anlamadım. Kuafördeyim ne olmak istiyor olabilirim ki? Belli ki söylemek istedikleri vardı, bu yüzden en ufak tereddüt etmeden ne demek istediğini sordum. Bir erkek olarak kaç yıldır kuaförlük yaptığını ve bununla birlikte belli bir kariyer sahibi olmasına karşılık ortalama kazancını söyledi. Bana göre çok çok iyi bi kazançtı bu ancak, onun söylemek istediği bir bayan olarak ne kadar çok külfet altına girecek olmama rağmen kazanacağım ortalama miktarın ne kadar olduğuydu. Onun kazancının yarısı bile değildi bu! İş bölümü yapmaya kalkarsak, gözle görülür olanlar bile benim için adaletsizlikten başka bir şey değildi.

Erkek kuaför; Kesim, fön, boya, röfle, saça şekil verme vs.

Bayan kuaför; Kesim; fön, boya, röfle, saça şekil verme, ağda, kaş, manikür, pedikür, makyaj, temizlik. Hatta yemek ve bulaşık.


“Benim tavsiyem Tılsım, manikürcü ol!”


Öncesi


-Anılarım Bomboş yayınından^^

23.05.2017

Beklediğim Hayat

Henüz tanyeri bile ağarmamışken, Kavgacı’nın yoğun baskısına sonunda dayanamayıp ayağıma öylesine geçirdiğim terliklerle mezarlığın önündeki çeşmeye doğru önce koşar adımlarla ilerledim. Ne isteyecekse bir an önce söylemeliydi. Gün aydınlanmadan evde olamazsam defalarca kaçmış olduğum anlaşılabilir düşüncesiyle bunları bir bir söylemek üzere koşmaya başladım. Kavgacı’nın karanlıkta belli belirsiz simasıyla karşılaşınca kafamdaki her şey bir anda uçup gitti sanki. Unuttuklarım bir kenara, git gide gözümde belirginleşen haline şaşkınlıkla bakmaktan, onun beni görür görmez boynuma sarılmasına dahi tarafsız kalmıştım. Sahiden ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Öyle ki terleyince bile burnuma zerre kokmayan adamın nefesi zehir gibi alkol ve sigara kokuyordu. Nasıl da rahatsız olduysam yüzüme bakıp “sen beni artık sevmiyor gibisin” diyerek korkmuş gibi konuştu. Bense, sana ne oldu? Saçlarını niye sıfıra vurdun? Diye sorduğumda elimden çekerek ağaçların arasına doğru sürüklercesine hiç cevap vermeden götürdü ve çimlerin üzerine oturup yüzüme ağlayacak gibi baktı. Ben hiç iyi değilim…

  Neden diye sormak içimden gelmiyordu çünkü nedenini bilmemek için aptal olmak gerekirdi. Bana tek kelime söz etmesini istemiyordum aslında, ne kadar da iç sıkıcı bi durumun içerisinde olduğunu tahmin edebiliyordum. “neden içiyorsun?” diye sorduğumda, ama sen yoksun ki dedi. Peki, o içtiklerin beni sana getirebiliyor mu?

“Hayır, ama düşünmemi engelliyor, yoksa uyuyamıyorum bile…”

  Gülerek yanına oturdum, sen başıma alkolik koca mı olacaksın? Bak öyle olursa önce evlenir sonra boşarım ben seni dedim. Oda nerden çıktı ya ben alkolik değilim ki. Beş, altı bira sadece, diye söylendi. Oo baya azmış diye dalga geçerek alkoliklerin çoğu da öyle söylüyor ama sen bu huyundan vazgeçmezsen beni kaybedeceksin çünkü ben geri kafalıyım dedim. Ardından başımı omzuna dayadım. Aslında küçük yaşta izlediğim filmlerden etkilenirdim ben, mesela üvey baba dizisini alkolik koca diye izlerdim. O kızlar değil de, kadının çektikleri aklıma gelirdi çünkü!

  Gün aydınlanmaya dönerken "kesin anneme yakalanacağım ama bari geç kalmayım diyerek ayaklandım. Beni gönülsüz gönderdiği için kolumdan çekip sıkıca tekrar sarıldı, koklaya koklaya dakikalarca öptü. Şimdi git çabuk git yoksa seni bırakmayacağım demesiyle yola doğru hızla ilerledim. Tılsım diye seslendi bu kez. Seni ben istemeye geleyim mi? derken ellerini cebine sokup boynunu yana doğru hafifçe büktü. İstemen önemli değil, sen gel babamla tanış gerisi nasılsa bir şekilde hallolur zaten… diyerekuzaklaştım.

 Sendeleye sendeleye yavaşça bahçe kapısına doğru koşup hafifçe demiri ittirdim ama nafile biri geldiğinde çığlık atıyor sanki bu kapı. Baktım kimseden ses seda yok, son bi engel kaldığını
düşünerek evin aralık bıraktığım kapısını yavaşça ittiriyordum ki… Bir dakika ya? Ben hep balkondan kaçıyordum kapıda nereden çıktı? Hem de açık yani diyerek tam paniklemiştim ki, baktım arkasında önünde beni bekleyen eli sopalı kimse yok. Demek ki temiz diye sevinçle odama doğru koşarken kapı girişinde dikilen annem, kolay gelsin dedi. Sabah sabah nereden geliyorsun?
"Yeni gitmiştim..."
“Hee birde utanmadan gece çıkacaktın öyle mi… Nereden geliyorsun çabuk söyle, öldürürüm kız seni!”

itiraf etmek durumundaydım. “Kavgacı’nın yanından tabii, yeni birini mi bulacaktım sende ya! " diyerek birde üste çıktımç "İstemeye gelecekmiş işte daha ne?”

“Hee tamam o zaman, öyleyse… Bunu niye telefonda söylememiş?”

“Özlemiş işte, hem yarın ben iş bakmaya gideceğim.”

“İyi babana sorarsın önce ben karışmıyorum.”

 “Sormayacağım, bir saat anlatsam anlamaz nasılsa. Kavgacı konusuna sıcak bakıyor musun, bakıyorsun. Babamı da idare edersin, iş bulunca ne yaptığımı öğrenir nasılsa” diyerek artık son noktayı koymaya hayatımı oluruna bırakmadan kendim yönetmeye karar verdim. Hem de ciddi olarak. Müdahale etmezsem Kavgacı’yı da saçma sapan nedenlerden dolayı kaybetme olasılığımın yüksek olduğunu hissediyordum. Bunu bir kez daha yaşayacak gücüm kesinlikle yoktu. Ve ne olursa olsun şunu öğrendim; bir erkek ne kadar güçlü de olsa her daim bi kadının karşısında güçsüzdür. Onların bizim yüreğimizin gücü ile yapacağımız her türlü desteğe ihtiyaçları var. Öyle ki bir kadın arzu etmedikten sonra onu bile elde etmeyi başaramıyorlar aslında…

 Annem ile sabah yine aynı tartışmayı tekrarladıktan sonra öğleye doğru çıktım gittim Kavgacı’nın bulunduğu dükkana. Arka kapıdan direk içeri doğru yöneldiğimde Eşek’le göz göze geldik ve onun ani hareketine karşılık mutfak masasında arkasını dönük vaziyette oturmuş Kavgacı heyecanla ayağa fırladı. Tılsım nasıl olur, nasıl geldin? Diye sorarken Eşek araya girerek “iyi insan lafın üzerine gelirmiş, vallaha senden bahsediyorduk” dedi. Onun sözlerine karşılık vermeden Kavgacı’ya dönerek iş bulma bahanesiyle çıktım, bi an önce iş bulmazsak yarına beni unutabilirsin” dedim. O kolay aşkım ya…
 “Artık Lütfen Kolay olmasın!"
"Evsen kuaför?"
“Kavgacı senin uğruna saçma sapan bi şekilde işten kovuldum hatırladın mı?”
"Unutmuşum evet, onlarla bağlantılıydı orası da...."

 Sonunda iş aramayıp baş başa olabileceğimiz bir yerlere gitmeye karar verdik. Bir süre motor üzerinde birbirimize şebeklikler yapıp gülüştük. Çimlerin üzerinde yuvarlanıp, ne yapıyoruz biz burada diye düşünerek daha uzaklara, bir şeyler yiyebileceğimiz bir yerlere gitmeye karar verdik.

“Aşkım günaydın, gene üstümde uyuya kaldın…”

“Ov saat baya olmuş olmalı” diyerek başını soluna çevirdi ve  duvardaki eski plastik saatte baktı.  Yalnızca iki saat geçmiş olduğunu gördükten sonra tekrar bana dönerek derin bi hımmm çekti. Gülümser halde başını omzuma dayayıp derin bi nefes aldı ve kokumu iyice içine çekti… (bu ney ya! Olacak iş mi şimdi, dışarıda birisi ateş yaktı kokusundan başım tuttu gene devamını yazamıyorum' pencereyi kapatmam lazım)

“Ben bir porsiyon bol acılı Urfa kebabı alayım, Hanımefendiye de aynısı olsun lütfen.”

“Ne hayır! Ben sadece patates kızarması istiyorum, ketçap mayonezde olsun lütfen.”

“Yanına içecek olarak ne alırdınız? Kola…”

“Olur.”

“Yok ben kolada tüketmiyorum ya, su alabilirim”

“Peki, sizinki Urfa ve kola olacaktı?”

“İki Urfa ve kola”

“Neden iki?”

“Gelince görürsün…”

“Hayır!  Anla artık ben doğuştan böyleyim ve onu yeme düşüncesi bile korkutuyor beni.”

“Anlamıyorum ya, et bu et! Nasıl yemezsin? Alıştırırım ben seni alışırsın…”

  “Böyle konuştuğun zaman senden soğuyorum demek istemiyorum. Bana olan aşkın bu kadar basit mi diyeceksin biliyorum bu yüzden lütfen dedirtme.”

  Dedin bile, ya o kadar basit yani diyerek arkasına yaslandı ve başını tavır yapar gibi restorana doğru çevirerek içeride uğraşmakta olan aşçı ve garsonları izlemeye koyuldu. Ya ben sana niye yumurta süt yemiyorsun demiyorum bile!
"iğrenççç! civciv yenir mi hiç?!"
  O benim yediğim mayonezli patates kızarmasına bakıp tiksinirken, ben onun karşıma geçip yemekte olduğu ete bakamadım bile! Karşımda öylece surat astı durdu, ardından son sipariş de gelince resmen piçlik ederek “onu sen yemediğin sürece bu masadan kalkmak yok” dedi. Sinirlerim bozuldu tabii önce bi etrafıma baktım. Dışarıda oturmamıza rağmen tek bi Allahın kulu yoktu. Durdum bi düşündüm kalkıp önümdeki et dolu tabağı kafasına geçirsem nede güzel olurdu diye.
  Sinirden yüzüne mal mal baktım baktım ağlayacak oldum ağlayamadım. Bir kere dene, bir tane ısır, hadi, yap, yapabilirsin, sıkma beni dedikçe daha fazla fenalık geçirdim. Zarla zorla o et ağzıma girdi mi, vallaha girdi ama dönmedi. Dedim hap gibi yutsam bunun çenesinden de kurtulsam? Yok onu da başaramadım, ne ileri ne geri gidebildim. Arada sıkışınca da başladım avaz avaz ağlamaya, tuvalete doğru koştum artık. Baya bi rezillikti yani!

  Arkamdan gelmiş daha da küfreder gibi kusma kusma diyor. Karşına geçtim var gücümle kustum, oda bana bakıp kusmak üzereydi ki hemen oradan topukladı. Baktım bu kez arkamdan sesleniyor, yeter artık gel valla ısrar etmeyeceğim bir daha… Dönüp ağzına yumruğu çakmadım işte, koşa koşa çıktım restorandan. Oradan ana yola fırlayıp, binmeyeceğim dedim, senin o lanet olası motoruna da sana da...! Uzak dur benden!
  Böyle böyle kaçarken yolu baya yarıladım tabii, arada durup beni güldürmeye da çalışıyor, seninde hoşuna gitti biliyorum, seni seni hiçte çaktırmıyorsun ama sevdin işte, tadı çok güzeldi dimi, hadi itiraf et sende zevk aldın!

 Beni bırakıp dönüp gitmeyeceğini biliyordum ama yerden aldığım ufak çakıl taşlarını fırlatıyordum sus artık git diye, düşündükçe daha çok sinir olmama rağmen sinirim neredeyse geçmişti ama sonunda yine beni kandırmayı başardı ve yeni işe başlayacağım kuaföre doğru yol aldık.

  Eşek'in bahsettiği yeni açılan kuaföre geldiğimizde, Kavgacı “eleman lazım mı?” diye muzipçe sordu önce. Gayet net hayır cevabını aldı ama yinede “peki ne zaman gelip başlasın?” dedi.  Dur bi patroniçeye de soralım, cadıya yani diye burun kıvırdı Aziz. Kızzz Çidoo eleman lazım mı?
  "Kız eleman mı?
  "He kız eleman, bizim zilli kaçtı bir daha gelmez ben sana diyim!" Aman yaaaa gelmezse gelmesin… Lan Kavgacı bu kızcağız kim peki? Benimki abiii. Bu yenisi dimi? Aman abii ne yenisi ne eskisi, benim bir tane vardı oda bu zaten. Heee aman aman tamam anladık, valla canım sana epeydir kırgındım sağda solda hakkımda kırık falan demişsin, gerçi bende senin için aynı şeyleri söylemiştim ama neyse bu durumda affettim, geç kız içeri!
  Kim? ben mi? dedim şaşkınlıkla.
  Ayyy pek şaşkın bu be, harcarlar bunu sağda solda senin için değil bak gene bu kızcağızı düşündüğümden alıyorum Kavgacı. Duydum yani önceki hafta olanları, canını deliden kurtaran herkes gelsin yanıma, gelsin! Diye söylenince, dükkanın içerisine bakmaktan vazgeçip adama doğru döndüm. Ben seni tanıyorum öyleyse dedim.
"Tanımayan mı var beni kız!"
 Herkes sizin nerede olduğunuzu soruyordu, deli patron tabii inatla bilmiyorum derken ben bilsem bu kadar yakında olduğunuzu söylerdim dedim.
 Hakkımı yedi, herkesi ser sefil perişan etti, Allah belasını versin onun versin, diyerek ağıt tarzında beddua etmeye başladı bu kez de. Neyse abii, biz artık gidelim yarın Tılsım’ı sana getiririm diyince Kavgacı. Yok, yok olmaz ben alırım bugün bunu, beni bu cadıyla yalnız bırakmasın. Başımın etini yer durur şimdi diyerek beni kolumdan çektiği gibi götürdü.. İki saat sonra gelir alırsın diye de ekledi. 

Öncesi
Deli Kuaförün Asistanı 1
Deli Kuaförün Asistanı 2
Deli Kuaförün Asistanı 3

Devamı
Beklediğim Hayat 2
-Anılarım Bomboş yayınından^^

22.05.2017

Deli Kuaförün Asistanı 3

  Kuaförde temponun yoğun olduğu bir akşamüstü ne hikmetse Salvador Dali kılıklı patronum "beni kendisinin eve bırakacağını söyleyerek, Kavgacı'ya söyle boşuna seni almaya gelmesin" diye tembihledi.  Her ne kadar geçiştirmek için tamam desem de kararsız kaldım. Arkamı döndüğümde Fön çekmekte olan patronun akrabası Armi'nin "ne oluyor anlamında" göz kırptığını gördüm. Yanına gidip elindeki fönü tutarak durumu söyledim. Kendisiyle ilk kez bu kadar yakın olmuştum. Ve o çok hızlı konuştuğu için ne dediğini anlamakta zorlandığım halde tamam dedim. Sanırım Kavgacı'yı ara bi yere gitmesin beklesin filan diyordu. Saat 23:00 gösterdiğinde artık dayanamayıp dükkanın kaçta kapandığını sormak üzere yanına gittiğimde, "Sen gidebilirsin artık" dedi!

  Böyle insanlara hakaretin kralını da etsem yetinemiyorum. Hatta en çok hangisi yakışırdı bulamıyorum. Ve sessizce salak gibi sırıtarak çekip gidiyorum. Allah böylelerini başlı başına hakaret olarak yaratmış gibi zaten. Uzun ile geçen bi konuşmamızda, asıl salon sahibinin bu adamın ölen karısının olduğunu söylemişti.  Meğer ikinci hamileliğinde eşinin onu aldattığını kredi kartına gelen borçta mücevher aldığını ancak o takıların kendisine değilde başkasına aldığını öğrenmiş.  Üstelik başkasıyla ilişkisi olduğunu açıkça herkes görmüş de. Bir dedikodudan ibaret değil yani. Ve bir gün maleseff hamileliğinde üzüntüden beyin kanaması geçirerek bebeğiyle birlikte ölmüş.
  "Ama siz olmasanız bu adam burayı işletemez aç kalır?"
 " Biz hala ablamız için buradayız, üzerimizde ki emeği çok büyük. Bizleri o yetiştirdi"
Gene de söyledikleri anlamsız gelmişti ve gerçekten böyle bir adamı sevmiş mi diye sormuş bulundum. Dükkanın çeşitli yerlerinde bulunan resimlerine bakıp nasıl güzel bir kadın olduğunu düşünerek sormuştum bunu. 
  "Evet her zaman ne olursa olsun eşine saygı duymamızı isterdi. Çok çalışırdı, mesleğinde o kadar başarılıydı ki... kocasının hiç hakkı yoktur üzerinde." Neyse... dedi içlenerek sustu ve devam etti. "Tilki, Armi, Müdür hatta Kafes dövüşcüsü var ya hepsinin derdi bu dükkana sahip olmak. Eninde sonunda bu dükkan birine kalacak o kişide Tilki olur. "
"Neden Tilki?"
"Ne Patron ne müdür hiç birinin önemi yok, her şey ondan soruluyor. En son kararları hep o veriyor. Akademi kurma hayali var, bizim içinde daha iyi olur."
"Bence Armi alır. Teyzesi sonuçta neden başkasına bıraksın ki?" 

  Düşünerek ara sokağın hemen girişinde bulunan dükkandan çıktığım gibi bankanın önünde dikilip caddeden gelip geçen insanlara bir süre baktım. Herkes eve yetişmenin telaşında ve şehir içi otobüsleri harıl harıl çalışıyordu.  O vakitte onlardan birine binme k istemiyordum. Çünkü indiğim yerden eve doğru karanlıkta epey bir yürümem gerekecekti. Bu yüzden telefonumda kontür olmadığı için  markete girdim. Yoğun olduğunu görünce biraz beklemeyi düşündüğüm sırada, kafes dövüşçüsünün gazetelerin bulunduğu rafın yanında oturduğunu gördüm. Her zaman ki gibi kartal bakışlarıyla kafasını hafifçe bana döndürerek baktı. Bu adamın benimle zoru ne yahu? diye içimden geçiriyordum ki, başını hafifçe “neden buradasın” manasında salladı, “gitmemi istedi” dedim.
 Tek kelime etmeden ellerini dizlerine vurarak hızla ayağa kalkıp dükkana doğru yöneldiğinde ben Kavgacı’yı aramak üzere markete girdim. Sokakta kaldığımı söylediğimde uzakta olduğunu belirterek, aynı yerden ayrılmama 10 dk içinde orada olacağını söyledikten 5 dk. sonra karşı yolda belirdi. 

   Evin önüne varmaya yakın motordan indiğimde babamın tam 28 kez aradığını görünce panikle telefonu Kavgacı’ya vererek eve doğru koşmaya başladım.

  Eve girer girmez önce banyoya sonra mutfağa yöneldiğimde tezgahın üstünde koca bi tencere mantı gördüğümü hatırlıyorum da, “hem de patatesli aman Allahım!” diyerek tencereyle birlikte yemek masasına oturup hayvan gibi yedikten sonra gözüm açılmış olacak ki, evde kimsenin olmadığını fark ettim! “Hadi abimi sktir et! Babam zaten yok da, eee annem nerde? Anne! Anneeeee!” Balkona çıkarak yeni gelen komşuların camına baktım ışıklar yanmıyordu. Evde kimse olmadığına göre annem orada değil diye düşünerek Efe diye seslendim. Cevap verircesine “aıvv” diye ses çıkardı. Cevap veremeyeceğini bildiğim halde “annem nerede?” diye sordum, “anieee” diye ses çıkarttı bu kez. Sağ ol Efe çok yardımcı oldun. Kesinlikle nereye gittiğini biliyor ama hayvanda suç yok ki dili uzun. 
  Tekrar mutfağa döndüğümde rafta annemin telefonunu unutmuş olduğunu görüp bilinçsizce elime aldım ve ekrandaki polisten gelen mesajı görünce açtım. Oha! Kim ben mi kayıpmışım? “Tılsım Yılmaz” Ne? Yok lan valla ben evdeyim. Cevap atsam iletilir mi ki diye tabii düşünmedim değil ama o sırada abim aradı. Ses ise annemindi, sanırım suçluyum ve bu yüzden hemen carladım.

“Anne sen neredesin ya bir satir seni arıyorum evde! İnsan giderken haber etmez mi hiç?!” İşte bu durumu da böyle atlattım. Fakat annem öyle bir carlıyordu ki birilerine tıpkı benim gibi! 
 “Tılsım evde geri zekalı, ne kaçması iftira atma kızıma! Hep senin oyunun bu dimi?! Birde utanmadan polise haber veriyor ya, durun ağzına iki tane çakayım şunun!" diyordu.  İşte bu, çak iki tane ağzının üzerine diye tezavrat yaparken, inanmam diyerek telefonu birinin kaptığını duydum. Bu kez karşımda ki deli patronuydu.

“Tılsım kızım kafana göre bu saatte nereye gittin?”

“Ne diyorsun sen be yalancı, uğraşma benimle” diyerek karşılık verirken abim telefonu aldı tamam biz geliyoruz bir şey yok diyerek kapatmak üzereyken, ben hala arkadan gelen seslere kulak veriyordum.

  Patronun “senin kızın kafayı yemiş, aklını kaçırmış bu bi hastaneye götürün benim evde hasta kızın bekliyor birde onunla mı uğraşacağım” dediğini duydum. Yalancı senin kızın partiye gitmedi mi diye bağırıyordum bu kez.  O telefon kapandığında içime derin bi huzur kapladı lakin artık işsiz olduğumu ve Kavgacı’nın da sesinin de arkadan geldiğini hatırladım!


  20 dakika sonra geldiklerinde abim hiç bir şey olmamış ilgisizliği ile odasına girerken, annem “bu kadar deliyi bi arada nerden buldun” derken yüzü gülüyordu. 
  
   Eyvah dedim yine başa döndük galiba! Eee ne oldu ki de? “Allah var yani, sen öyle diyince içime sinmedi abini çağırdım. Hem sana üst baş alırız vesilesiyle geldim çalıştığın yere sordum amacım seni almaktı ama o deli çıktı bende onu arıyorum habersiz çekmiş gitmiş dedi. İhtimal veremedim, sen getirmeyecek miydin onu derken baktım bunun rengi attı, anladım yalan söylüyor. Biraz üsteleyince de, Kavgacı ile kaçtılar dedi. Sanki ben kızımın ne yaptığını bilmiyorum, orada tepem attı işte. Hemen içeridekiler araya girdi Kavgacı’yı aradı oda geldi derken, abin bi yandan falan ortalık karıştı.” Derken sonunda şerefsiz diye söylenerek üzerini değiştirmek üzere yatak odasına geçti ve sordu. Senin telefonun nerede? neden bakmadın? Baban delirdi, arada bi anlatayım durumu şimdi kalkıp gelir boşu boşuna gelmesin taa oradan buraya kadar. 

   “Aaa telefonumu dükkanda unuttum! Mülteci kampında… Ay çay ocağında yani, su borularının arasına sıkıştırmıştım” dedim. Iykk ya! hiç yalan kıvıramıyorum aslında. İtiraf ediyorum Uzun hep telefonunu oraya sokardı. İnandırıcı olsun diye bende ondan esinlenerek söylemiştim. Tamam o zaman ağabeyine söyleyelim hemen gidip alsın diyince de, ha yok dükkan kapanmıştır yarın ben hallederim dedim ve yüzüme dönüp ters ters baktı. Daha oraya gitmeyeceksin dimi? “Gitmeyeceğim tabii de… “ artık çaresiz “Kavgacı’ya söylerim o halleder, getirir herhalde” dedim. Bu vesileyle de artık ailem bir sevğilim olduğunu biliyordu, bakalım durumu babama nasıl açıklayacaktım..
-Anılarım Bomboş yayınından^^

19.05.2017

Deli Kuaförün Asistanı 2

Mülteci kampına hoşgeldiniz, her kim olursanız olun burada kendinize şampuan saç kremi ve oksidan bidonu üzerinde yer bulmanız mümkün. 

Dükkanda en az 20 kişi çalıştığı söylenmişti, neden en az? tam olarak bir rakam verilmeme sebebi nedir merak ettim. 
İki kişi balayında, biri arada bir ugruyor, biride ben işe başladıktan bir kaç gün sonra kardoo naber yaaa diyerek çıktı geldi. Uzun nerelerdeydin abicimm diye sorduğunda müşteri sanmıştım ancak kendisine kafa izni vermiş miş miş. 
Bana doğru dik dik baktığında Uzun, Kavgacı'nın abi demesiyse geri vites aldı. Hayır Kavgacı'nın da ne demek, Kuaförle değilde mafya babasıyla çıkıyorum sanki. 

Dükkanın üst katında ise bayanlar mevcut, neden ben bayanlarla çalışmıyorum diye düşünmedim değil hani. Sonrasında asistan olduğumu hatırlayıp sustum. Aslında çok da sıkıcılar, biri çalışkan bir kız. Sınıfın inek öğrencisi gibi, işini zevkle şevkle yapıyor olmasına rağmen okulda okuduğu bölüm çok başka. Selamsız muhattapsız, ne zaman Kavgacı yanıma gelse anlamsız bir ifadeyle bize bakıyor. Birde ufaklık var ki iş çıkışları arkamdan koşarak gelip birlikte gidelim diyerek yanaşıp istemediğim halde beni zorla dondurmacıya sokuyor. Dondurmasını alır almaz da görüşürüz diyerek kaçarcasına oradan uzaklaşıyor. Yani hesabı bana kitliyor. Yolda giderken dondurma yemeyi seven kim, bir daha tuzağa düşmeme ye karar verdim. 
Neyse hala dükkanda kaç kişi mevcut sayabilmiş değilim, sürekli değişik isimlerden bahsedilirken her gelen on müşteriden biride bana birini soruyor. mesleğe başladığımdan beri adını yüzlerce kez duymuş olsam da bilmiyorum,  sahi nere de bu adam? Sonunda kıvırcık çocukta kaçmış olsa da, iki metre karelik mülteci kampı diye adlandırılan alanda oturduğu bidonu eskiten çocuk sürekli işi bırakacağım diye sayıklıyor. 7 yıldır her gün işe vaktinde gelip aynı yerde oturup işi bırakacağını söylediğini öğrenince verdim gazı iki gün gelmedi üçüncü gün döndü. Uzun'la birlikte Patronun ilgisini nasıl üzerimden atacağımızı düşünürken kurban olarak onu seçtik.

  Neyse ki  hayatımda görüp görebileceğim en eğlenceli kuaför burası olabilirdi. Bir kere disko gibi sınırsız müzik keyfi var. Her çalan şarkı ise yapılan işlere göre değişiyor. Mesela Hande Yener’in çok hareketli bir dans müziği var, o çalıyorsa muhakkak içerisi fön müşterisi ile dolmuş demektir. Çünkü o müziğin ritmine göre fırça sallamak, işi daha bi zevkli hale getiriyor. Çoğunlukla da her müşterinin başında dört kişi bulunur. İkisi fön çekerken ikisi de haliyle fön tutar. Daha az zaman kaybı daha çok müşteri prensibiyle fön çekmek 10 dakikayı geçmezken 15 dakikada da röfle atılır.

 Röfle işlemi için saatlerce oturacağını düşünen bayanların saçı yumurta poşeti yardımıyla açılma işlemine, Murat Göğebakan şarkıları son ses duruma getirilmiş halde eşlik eder. İş başındaki ustalar ağızlarına dolaşmış nakaratla kendinden geçip bağıra, bağıra müziğe eşlik ederken tam kopma noktasında geldiğinde birlerine işaret verip salonun ortasına zıplayarak kendilerini atarlar. Birbirlerine sarılıp iki tur döndükten sonra işlerinin başına dönmeleri, müşterinin şaşkın bakışları ve bu ortam fazlasıyla görülmeye değer. Burada hiç gülmediğim kadar gülüp, hiç eğlenmediğim kadar eğlendiğimi de hatırlıyorum.

 Tabii birde bütün bunların kamera arkası var. Bunca şatafatın altında kocaman bir photoshop yatıyor sanki. O kadar adam hiç üşenmemiş kuaförlük sanatının en kral üçkâğıtçılıklarını bulmuşlar. Üstelik her an ne fikir üretecekleri belli bile değil. Ummadık anda birinin bir köşeye sinmiş halde çılgın bilim adamı gibi kimyasalları birbirine karıştırıp yeni işler peşinde olduğunu defalarca görmek mümkün.  Onlar zekâlarıyla övünüp sonuçlar karşısında birbirlerine göz kırparken, müşteriler kobay olduğunu asla öğrenemeyecek! Gizli röfle nedir? Deli patronun buluşu olduğuna şaşırmadım. adı üstünde gizli röfle bir şey beklemeyin yani. Göz boyamak için de haftanın bir gününü, daha önce gelip tonlarca para bayılan müşterilere ücretsiz saç bakım günü olarak ilan etmiş. Kadınlara da indirim yokken indirim var desen, ne görürseler kapıp kaçıyorlar. O bile bildiğimiz bakımlardan değil tabii.  

 Kavgacıyla yediğim en son ki öğlen yemeğinden sonra Patron anlamsız triplere girip beni gördüğü yerde kafasını çevirince dükkanda bir kaç gün rahat ettim.  Birde sabahtan akşama kadar elinde sinek ilaçlarıyla dolaşıp olur olmaz yerde tezgah altlarına doğru koşuşturup kalorifer böceklerini öldürmeye kafayı takmış durumdaydı. Yıllar yılı olmuş ki denediği bütün yöntemlere rağmen kökünü bir türlü kurutamamış bu böceklerin. Onca müşterinin önünde pıst pıstt yapmasını geçtim, yıkama setinin hortumunu çıkartarak dükkanı olmadık zamanlarda yıkamaya çalışmasına ne demeli! Hiç unutmam bir gün; koyu kahveye boyadığı kadının saçını yıkarken tutturmuş bunu birde kırmızıya boyayalım. Kadın istemem diye kıyameti kopartıyor haliyle, sonunda 3 tüp kırmızı boya sıktığı kâseyi tutuşturdu elime, sür dedi. Saçı yıkamasam mı, boyasam mı diye takıldım kaldım o noktada tabii. Baktı bi boku beceremiyorum, aldı tekrar elimden hazırladığı kabı olduğu gibi boca etti kadının kafasına. Bir güzel yağladı önce sonrada geçti karşıma, tutmadan hemen yıka o saçı dedi.
  O zaman niye döktün? 
  O boyalar pahalı boya, ziyan olmasın diye kullandım, demesiyle de neye uğradığımı şaşırdım!

Sonrasında tam bu nokta da adamın her Tılsım diye bağırışında "onu değil beni çağır, o yok ben varım, buyur abi hemen de geldim" diyerek, Bidon mühendisi Mamut planın bir parçası olarak girdi devreye. “Lan oğlum ben seni değil onu çağırıyorum! Sana ne oluyor, sen benim asistanım mısın?” diyerek terlese de Mamut yapıştı yakasına, “abimmm onu değil beni al!” Sonra tamam dedi, ikiniz de gelin! 
  Bir süre ikimiz de gittik artık lafta asistanlığını yapmaya, o arada buda müşterilere kendi reklamını yapmakla kalmıyor bizi de pazarlıyor sanki kadınlarda hayran hayran dinliyor. Ardından saçı altı parçaya ayırarak, iki bana bir diğer iki tutamı da Mamut’a saatlerce tutturarak ensede kalan iki parçayı lafta keserek yeni bir model vermeye çalışıyor. sözde kesilen saçlar yere bile düşmediğini söylememe gerek yok sanıyorum.

 Sanırım bir buçuk saat sonra yani bizim iflahımız kuruduğunda kesimi bitirerek fırça görünümlü tel tarak yardımıyla “sulu saça fön çekme” işlemine geçip sabır zorlamaya devam ediyor. Biride çıkıp ne yapıyorsun demiyor ya en çok o içime oturuyor, lafta işin uzmanı olunca yeni bi buluş olma ihtimalini düşünüyorlar.

 Sonunda Mamut ne kadar isteksiz de olsa, maçı benim için kazandı. Mükafatı da patronun müşterilerden zorla topladığı paralarla ikisi için aldığı aynı model tişörtler oldu. Siyam ikizleri gibi çokta güzel oldular. Bir hafta boyunca onların halleri herkesin ağzında espri olurken Tilki’nin en iyi taklitleri arasına da girdi. Bazen sabahın erken saatlerinde “Mamut arabayı getir, ablanı yansıtacağız” diye tiz bir sesle yaptığı taklite karşılık, dalgınlıkla boya arabasını kaptığı gibi salona koşuyor. Sonunda gülüşmeleri duyunca, yapmayın şunu biliyorsunuz zaten psikolojim bozuk diye sinirlenerek bidonuna dönüyor.

Devamı>>

-Anılarım Bombos yayınından^^

5.05.2017

Deli Kuaförün Asistanı

 Önünden her geçtiğimde içeriden gelen müzik sesine takılıp kaldığım, burada çalışmak eğlenceli olmalı diye düşündüğüm kuaförün önüne geldim. Adres bu, Allahtan başka bir şey istesem olacakmış demek ki. Gerçekten çılgın bi ortama benziyor. İçerisi yine kalabalık, büyük ve gösterişli görünüyordu. Yanında konuşanın sesini algılayamayacak kadar da gürültülü. İçeri girer girmez kapının hemen yanında bacak bacak üstüne atarak oturmuş gazete okuyan bi adam karşılaştım. Gizemli bir hava vermeye çalışırcasına başını okuduğu gazeteden kaldırıp ciddiyetle bana baktı ve bende seni bekliyordum dedi. Yeni Patron! Anlamadım ? Hemen itaat edercesine gösterdigi yere tam karşısına oturdum.
  Salonumuz buraların en büyüğü, ekipte otuza yakın adam var, diye başladı anlatmaya. Falan filan ünlülerin kuaförleriymiş, İstanbul’da gerektiğinde kanallara gidiyorlarmış. Ivır zıvır konular, bunlar benim dikkatimi çekmediğinden, sormadığım halde anlatıldığında ise ayrı bi gıcık oluyorum. Sanki CIA giriş, adamlar holding işlettiklerini zannediyorlar herhalde. Alt tarafı kuaför, kıl kesiyorsun. Her türlü pisliğe alıştığından, yemeğinde kıl çıksa normal geliyor. Zahmet edipte tiksinmiyorsun bile. Neyse kim uydurduysa, benim çok yetenekli olduğumu duyduğunu, birlikte çalışmak için can attığını söyledi durdu.   Kendine özel buluşları varmış birde, bu konuda egitecekmiş beni. Öyle bir anlatışı var ki, dişçi semineri gibi yanında bi örnek protez diş eksik.. Derken, masa başına geçtik, kendi profesyonel malzemelerini gösterdi.. Sonunda babamın numarasını istedi. Heh dedim, yine minyonluğum konuşacak velimi istiyor. Babana seni ne kadar önemli bir konuma getirmek istediğimi anlatmak istiyorum diyincede sevindim. Böylelikle işten kovuldugumu babama söylemek zorunda kalmayabilirdim.. Ben numarayı yazarken, salonun sonunda oda olduğunu düşündüğüm bi kapıdan orta boylarda, orta yaşlarda sıska bi adam çıktı. Kavgacı’nın kız geldi mi? diye sordu. Öncesinde yanımıza dikilip, patronun her anlattığına çaktırmadan gülen zürafa gibi uzun, yakışıklı çocuk beni işaret ederek burada dedi. “İyi geldiyse problem yok” diyerek aynı yere geri dönüp, kapıyı kapattı. Arkasından patron uzun oğlana dönerek bir şeyler söyledi, Ortada komik bi durum yok ama çocuk tamam abi diye onaylayarak kıs kıs gülünce önce etrafa sonra kendime bakıp açıkta bir şeyler arar oldum... Herkesin gözü üzerimde sanki! olur ya  hani Kavgacı göndermiş, beğenmediler de bu mu Kavgacı’nın ki diye mi gülüyor acaba diye düşünmedimde degil hani...

Ertesi gün:

 Kavgacı  babam gibi sabahın köründe hiç oyalanmadan götürdü beni yeni başlayacağım kuaföre. Tamam işi ayarladın, gönderdin beni görüştüm daha ne geliyorsun ki benim velim gibi dimi.??
Sabah fönüne gelen bankacıların fönünü uzun oğlan yapıyormuş. Bu yüzden de cami hocasından önce uyanıp, dükkanı açıyormuş.  Gelir gelmez kapının önünde karşıladı bizi, Kavgacı da ben daha motordan iner inmez gir sen içeri dedi.  Kıvırcık saçlı hafif kilolu bi çocuk beni karşılayarak, “boş ver sen onları karıştır ortalığı da malzeme gerektiğinde zorluk çekme” dedi. Haklısın desem de, ne olup bittiğini anlamak için tekrar Kavgacı’ya dogru döndüm. Ara, ara gülmelerine rağmen ciddi, ciddi bir şeyler anlatıyordu...

 Ardından kasayı görünce patronun söylediklerini hatırladım. Makasları temizle... gelir gelmez kasada ne işim var sa artık diye düşündüğümden hemen kıvırcık çocuga anlattım durumu.. “Aman yaa salla gitsin” dedi. Anlamadım?

 O sırada Kavgacı'nın arkamda dikilmiş dikkatle bizi dinlediğini farkettim, yüzüme bakıp gülümsedi ve alnıma dökülen saçları eliyle geriye doğru iterek kulagıma“bir durum olursa anında haber ver. Devamlı geleceğim yanına, merak etme” dedi...
 Sen o kadar sapın arasında bırak beni sonra bi durum olursa de. Toplum içinde de o kadar ciddi ki, karşısındakini oracıkta kesecek gibi hali var. Korkmuyor musun sen bundan diye soranlar bile oldu. Başbaşa kaldığımızda pandoş kedi gibi boynunun altını okşayayım diye sürtünüp duruyor desem inanmazlardı herhalde...
Ne yapacağımı bilemez halde dikilirken,  Uzun karşımda dikilerek tek kelime etmeden yüzüme bakıp güldü “dünden beri ne güldüm be!” diyince,  heh işte bende onu diyordum, ne bakıp bakıp gülüyorsun sen?dedim.

“Haa öyle desene, senin hiç bir şeyden haberin yok tabii. Manyak senin bu sevgilin, bırakılır mı senin gibi kız o adamın eline. Bir aya kalmaz tırlatırsın, yazık valla. Benden sana tavsiye, birazdan ustalar gelir, seç beğen birine yanaş. Yoksa işin çok zor demedi deme... neyse anlarsın zamanla. Burada en  normali bile şuursuz nasılsa.  Bende pek düzgün sayılmam da... "

 Kasaya geçip, evrak dolabını açmamla bağırmam bir oldu. “Ayh burası kocaman böceklerle dolu!”
 "Patron sana söyledi.... İlk günden kıza anlattığı şeye bak diye karşısında gülmemek için zor tuttum kendimi. "
Ama ben şaka yapıyor zannediyordum. Manyak mı bu adam!
“Dün surat ifaden çok komikti yaa, inşallah her dediğini ciddiye almamışsındır. Hahahhh Çekil oradan çekil.”
“Sende gülüp durma be! Birde pişkin, pişkin gülerek gördüğün her böceğin kafasına bir tane indir diyince esprili birisi zannettim” diye söylendim. (Gülünce gözleri çekik çekik olup ufaldığından mıdır nedir aslında çok tatlı gülüyor. Hep gülse olur yani!)
“Aman gözünü seveyim öldürme! Vurunca çoğalıyorlar.”
“Ne öldürmesi, yapamam ben” dedim tiksinerek.
“Tamam, sakin ol. Bırak orayı yanımdan ayrılma" dedi.

 Patronun densizliğinden gerçekten de, birkaç gün içinde sıkılıp, dükkanın genişliğinden istifade ederek üstkatta uyumaya başladım. Uzun dışında hiç gelmediğimi düşünenler beni gün içerde birkaç kez görse bile nasılsa Kavgacı’nın yanından yeni geldiğimi sanıp, nereden geldiğimi sorma gereği duymuyorlardı. Patron için durum tamamen farklı. Adam beni çekmecelerin içerisinde bile arar oldu. Dükkanda olduğuma emin olduğu anda müşterilerin en yoğun olduğu saate yanına çağirıp saçlarımla oynayarak kimseye çaktirmadan kulagımı çekip " en sevdiğim elemanım çok güzel işler başarıyoruz birlikte diye beni herkese taktim edip, birde üzerine ne kadar güzel oldugumdan bahsederek, etrafa gülücükler ve maşalkahlar saçıp defol diyordu.
 Yakın arkadaşlarına karşı arkamdan konuştuklarını iste çok net duyabiliyordum. ”Geçenlerde asistan aldım oda gerizekalı çıktı. Ortalıkta yok.” işin ucunda Kavgacı'yı görememe riski olmasa bir dakika  bile durmayacagımı söylememe gerek yok herhalde. 

Bi sabah ki karşılama törenleri yüzünden en son hızını alamayıp yaka paça beni tuttu. “Kızım, yavrum sabahları beni karşılamaya hiç gelmiyorsun. Bakıyorum yoksun. Gel bakim sen, seni karşımda görmek istiyorum.” diyerek götürdü beni. Kapının yanına istediği açıda beni  dikerek karşıma oturdu. İtlik olsun diye, orda öylece beni izledi! “Tılsım, yavrum azcık sola kay bakayım. Yok, yok hafif sağa kır. Cık olmadı. En iyisi iki koltuk arasında tam ortalı dur.” Bununla da yetinmeyip, o sırada yıkama setlerini temizleyen kıvırcık çocuğu apar topar çağırıp yanıma dikti. “He tamam, gayet güzel oldu böyle. Siz ikiniz bundan sonra orada durun” Hayda! Birde göz kırpıyor ki, tamamen insanları kışkırtmak için doğmuş gibi. Çocuk, lanet pislik herif diye söylenmeye başladı. İki hafta oldu geleli oynatmak üzereyim,  yeter artık ben gidiyorum diyince, Hemen kolundan tutup geriye doğru iterek dur dedim. Beni burada bırakıp gidemezsin! ...

Neyse ki günlerdir göremediğim, yüzüne hasretlik yarim benim bilincimin yerinde olup olmadığını görmeye gelmişti.

“Beni buraya bırakıp gittin! Lafta her gün gelecektin? . Ruh sağlığım tehlikede. Birlikte çalışacağımız yeni bir yer bulmalıyız.”

Kavgacı Uzun’a doğru sorgulayan gözlerle bakınca; “düşündüğün gibi değil, yeni birisi gelince ona sarıp Tılsım’ı unutması lazımdı olmadı. Dengesiz herif, önemli bi müşterinin kızını işe almış birde!” dedi sinirle. Vakit geçirsin istemişmiş annesi, Dışardan bakınca eğlenceli tabii o burada ne öğrenecekse.. Bir hafta sonra bak sen, o kadında kızı da kapının önünden bile geçmeyecek...

Devamı Sonra....

Edit: Devamı

-Anılarım Bombos yayınından^^